Heimdall diğer tanrıların arasından sıyrıldı, önünde eğilmiş biçare insana baktı, ona iki elini uzattı ve birden bir kılıç belirdi.
Skarsgard yavaşça kılıcı aldı eline. Altın kabzalı, parlak bir kılıçtı. Üzerine işlenmiş yazıları gördü ancak bir anlam veremedi.
---------------------------
Köyüne döndüğünde kalabalığın ortasından bir çocuk koşarak Skarsgard'ın boynuna atladı.
"Baba, sonunda geldin. Nerelerdeydin?"
"Kaderimin peşinde koşturuyordum Lofdin. Bak sana ne getirdim..." Skarsgard elini bel çantasına attı ve içinden ufak bir nacak çıkarttı. "Senden korkmaları için bir sebep daha." dedi gülerek.
Lofdin nacağı eline aldı ve havaya birkaç sert darbe indirdi, bu darbelerden bir tanesini az daha babasının kafasına indiriyordu.
"Hop, dikkatli ol. Elindeki bir oyuncak değil, git talim alanında çalış şimdi."
Küçük çocuk nacağını havada sallayarak koşmaya başladı. Belinde bir çift elin nazik dokunuşlarını hissetti, arkasına döndüğünde Pelagia'yı gördü. "Hoşgeldin." dedi Pelagia, kocasının dudaklarını nazikçe öperek. "Kaderin seni bana geri getireceğini biliyordum, rüyamda Asgard'taydın. Neler bulduğunu anlat bana." Skarsgard altın kabzalı kılıcını gösterdi. "Bu rune'ler..." dedi Pelagia, "...bu kılıç Tyrfing'e çok benziyor."
"Alt tarafı bir kılıç işte."
Kadın güldü. "Bu tanrılar tarafından sana hediye edilmiş bir kılıç, sandığın kadar basit bir şey değil."
"Tanrılar öncelikle kendi çıkarlarını gözetirler..."
"Bunu nereden biliyorsun?"
"Çünkü ben tanrı olsaydım öyle yapardım. Neyse, boşverelim şimdi bunları. Büyük bir savaş yaklaşıyor, gördüklerimi bütün Kuzey'e anlatıp toplayabildiğim kadar savaşçı toplamam lazım."
--------------------------
"Bana Asgard'ın şanına yaraşır bir ordu kur!"
Tekrar aynı yerdeydi, hiçliğin ve sonsuzluğun ortasında. Etrafındaki varlıkları hissediyor, yücelikleri altında eziliyordu, kafasını kaldıramıyordu. Gücü tükeniyordu, hissediyordu. Kanı damarlarında kaynamaya başlamıştı.
"Be-ben... Ben yapamam."
Sesi ağlamaklıydı.
"Senden başka kimse yapamaz!"
Ses beyninde yankılandı...
"Cesur ol!"
"Skarsgard!"
Sıçrayarak uyandı. Etrafına boş gözlerle baktı. Sanki yıllardır vücudundan ayrıymış da daha yeni kendine gelmiş gibiydi, gözlerini sıkı sıkı kapatıp açtı, sonra endişeli bakışlarla kendisini izleyen Pelagia'yı fark etti. Yatağa uzandı, kafasını eşinin göğsüne koydu ve sıkı sıkı sarıldı.
Tan vaktinde tekrar gözlerini açtı. Karısını uyandırmamak için çok çaba sarf etti ve evden usulca çıkmayı başardı. Piposunu tütünle doldurdu, içmeye başladı. Kendisini çok yorgun hissediyordu, omuzlarında kilolarca yük taşıyormuş gibiydi.
Bakışlarını gökyüzüne çevirdi, o anda bir gök kuşağı yokluktan ortaya çıkıp yeryüzünde bir yerlere düştü. Skarsgard düşünceli bir şekilde piposundaki tütünü içmeye devam etti.
--------------------------
Köyde hareketlilik başladı, esnaflar tezgahlarını açmaya, savaşçılar idmana, çocuklar oynamaya, kadınlar çamaşır yıkamaya gittiler. Skarsgard oğluyla çalışıyor, oğlan babasının hediyesi olan nacakla kan dökmeye çok hevesli görünüyordu.
Haberci köyün içinde koşuyordu, nefes nefese kalmıştı.
"Skars... Skarsg... Skarsgard!" dedi nefes nefese.
"Yurig, ne haberler getirdin?"
"Kötü... Çok kötü..." İki büklüm oldu, dili dışarıdaydı. "Köyler, beylikler, hanedanlıklar senin onlara hakaret ettiğini düşünüyorlar. Ordu toplamışlar Skarsgard, buraya geliyorlar."
"Ne kadar zamanımız var?"
"En fazla yarım gün. Hava kararmadan burada olurlar."
Köydeki herkese haber verildi, eli silah tutan herkes düşman ordusunu karşılamak için Bruginn tepesine doğru yürüyüşe geçti. Hiç kimseden çıt çıkmıyor, tek bir kaslarını bile kımıldatmıyorlardı. Yetmiş tane turuncu yeşil kalkan, hareketsiz bedenlerin hareketsiz kollarında hareketsiz bir şekilde duruyordu.
Yer titremeye başladı, en önde duran Skarsgard arkasındaki savaşçılara baktı, savaşçılar da birbirlerine. Yer gittikçe daha da şiddetle titriyordu. Bir süre sonra titreme öyle bir hal aldı ki dizlerini kırıp duruşlarını sabitleştirmek zorunda kaldılar. Çok uzaklardan kocaman bir ordunun geldiğini gördüler, o kadar büyük bir orduydu ki saymak imkansızdı.
Hızlıca geldiler, Skarsgard ve yanındaki yetmiş savaşçının çevresini sardılar. Onlarca flama rüzgarda ahenkle sallanıyor, her biri bir beyliği, hanedanı temsil ediyordu.
"Karşıma bu kadar büyük bir orduyla çıkmanızdan gurur duydum." dedi Skarsgard.
Öndeki atlılar kenara çekildi, arkadan parlak zırhıyla bir atlı Skarsgard'a doğru geldi. Atından indi, miğferini çıkarttı, gelen İsveç kralıydı.
"Yanlış anlama köylü. Herkesin emrin altında toplanmasını istediğini söylediklerinde bir kral olarak bizzat gelip, gözlerinin içine bakarak canlı canlı duymayı tercih ettim." Bir yandan konuşuyor, bir yandan da rakibinin üstüne üstüne yürüyordu.
"Kısmen doğru, kısmen yanlış." dedi Skarsgard. "Ordu toplanmalı, bütün halkımız toplanmalı ve güneye akın etmeliyiz. Bu tanrıların isteği, benim değil. Elçi olarak beni seçtiler sadece."
"Sen... Basit bir köylü." İsveç kralı tükürerek konuşuyordu. "Onca büyük hanedan, şanlı savaşçı, kral varken, tanrıların seni seçtiğine mi inanalım yani?" Arkasındaki koca ordu bağırarak kahkaha atmaya başladılar.
"Söylediklerimi umursamaz, beni dinlemezseniz tanrıların gazabı üzerinize olur."
"Peki, köylü. Senin dediğin gibi olsun. Madem tanrılar senin yanında, bütün İskandinavya'nın en iyi savaşçısına ölmekten kurtarsınlar seni."
O sırada gökyüzünde kuzgunlar uçuşuyor, ötüşüyor, gökyüzünü kara kara bulutlar kaplıyordu. Bunu Skarsgard'tan başka kimse fark etmedi.
"Gunnar!"
İsmi duyan Skarsgard adeta olduğu yere mıhlanmıştı. Öndeki atlılar kenara çekildi; arkadan, karanlığın içinden ata binmiş birisiyle göz göze gelebilecek kadar uzun iri yarı bir adam çıktı. Kemikli bir yüzü, haşin bakan gözleri vardı.
Kralın yanında durdu. Parlak zırhlı adam, Gunnar'ın yanında on yaşındaki bir çocuktan farksızdı.
"Demek tanrıların kaltağı bu." dedi Gunnar. Baltasını çıkartıp yere attı, düşen silah oldukça tok bir ses çıkarttı, Skarsgard bir an bu cüssedeki bir adamın taşıyacağı baltanın ağırlığını hesaplarken buldu kendisini. "Seni ellerimle öldüreceğim ufaklık."
Skarsgard titriyor, gerçekten tanrıların onun yanında olduklarına inanmak istiyordu. Altın kabzalı kılıcını yavaşça kınından çıkardı.
Gunnar kılıcı görünce sakalını sıvazladı ve krala dönüp, "O kılıç benim." dedi. Kral kafasını salladı, arkasını döndü ve atına binip gitti. Skarsgard kılıcını kaldırdı, kafasını dayadı, gözlerini kapattı. Gördüklerini hatırladı, tanrıları ve tanrıçaları... Bu arada Gunnar ona doğru koşarak gelmekteydi ama o hala gözlerini açıp kafasını kaldırmamıştı.
Gökte uçan kuzgunlardan biri Skarsgard'ın omzuna kondu, savaşçı mırıltıyla "Odin" dedi ve gözlerini açmadan kılıcını salladı. Kara bulutlardan bir yıldırım kılıcın üzerine düştü, kılıç ona yön verdi ve Gunnar'ın hizasında ufka doğru dalgalana dalgalana gitti.
Gunnar ikiye ayrılmış, tam arkasında hizalanmış ordudaki askerlerin bir kısmı da onunla birlikte yanıp kül olmuştu. Skarsgard'ın omzundaki kuzgun havalandı. İsveç kralı, Norveç kralı, Danimarka kralı... Herkes önce birbirine, sonra da tek hamlesiyle binlerce savaşçıyı öldüren Skarsgard'a bakıyordu.
Askerler teker teker diz çökmeye başladı. Bir tek krallar atlarının üstünde birbirlerine bakıyor, inatla diz çökmeye yanaşmıyorlardı. Bir elektrik dalgasının kılıcın bir ucundan öbür ucuna mavi mavi gittiklerini görünce hemen atlarından inip dizlerinin üzerine çöktüler.
Turuncu yeşil kalkanlarıyla bekleyen yetmiş tane savaşçı sevinç çığlıkları atıp, Skarsgard'ın ismini haykırıyorlardı. O ise kılıcını ilk defa görüyormuş gibiydi. Elinde tuttuğu gücü, ona bunu veren güçleri yeni yeni kavrıyordu. Kılıcını havaya kaldırdı ve kılıçtan çıkan koca bir yıldırım göğü yardı. Bulutlar yıldırımın etrafında dönüyor, kuzgunlar ötüşerek yüz binlerce savaşçının üzerinde uçuyordu.
- V.Ş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder