7 Mart 2018 Çarşamba

Olimpos ve Asgard - Bölüm 7





Baltasını iki kere elinde çevirdi. Arkasına döndü, tek tek bütün askerlerin yüzlerine baktı. Baltasını havaya kaldırdı, kalkanına vurdu. Sonra bir kez daha, sonra bir kez daha... Askerler gelen emre uydu; mızraklılar mızraklarını yere, baltalılar baltalarını kalkanlarına, iki elinde kılıç olanlar da onları birbirine vurdu. Karşılarına yüz kişilik bir ordu geldiğinde ise bağırmaya başladılar.


Düşmanlarının savaşa hazır olduğunu gören yüz kişilik ordu aynı şekilde karşılık verdi. Karşılıklı küfürleşmelere ve bağırmalara; balta, kalkan, kılıç ve tok toprak sesleri eşlik ediyordu. Skarsgard, baltasını ikinci kez kaldırdı ve askerleri sustu. Kendi ordusu altmış kişiden oluşuyordu ve karşılarında yüz kişilik, boyları daha uzun, kalkanları daha sağlam, cüsseleri daha geniş bir ordu duruyordu.


Ancak hiçbirinin kalbinde korku yoktu, Skarsgard bunu iyi biliyordu. Ölümden korkmazlardı, çünkü ölüm demek Valhalla demekti, yeni bir başlangıç demekti. Baltasını indirdi, askerlerine döndü tekrar.


"Odin için!" dedi. Herkes bağırmaya başladı.


"Valhalla için!" dedi, herkes hareketlendi. Artık saldır emrini bekliyorlar, yerlerinde duramayıp sürekli kımıldanıyorlardı.


"Kalkan duvarı!" diye bir ses geldi karşıdan. Yüz kişilik ordu kendini kalkanlardan örülmüş bir duvarın içine aldı; artık üstten, önden ve yanlardan tek görülen şey mavi beyaz renkli tahta kalkanlardı. Skarsgard da aynı emri verdi, yetmiş metre ileriden bakan birisi savaşmak üzere olan iki yüze yakın insanı değil, mavi beyaz ve turuncu yeşil renkli kalkanları görürdü sadece.


"İleri!" dedi Skarsgard, çok geçmeden karşıdan da aynı emir geldi. İki ordu da kalkan duvarını bozmadan birbirlerine doğru ilerliyordu. Skarsgard, okçulara emir verdi ve her beş kalkanın arasından bir ok düşmana fırlatıldı. Birbirleriyle buluşana kadar bu ok atışlarıyla sekiz-on düşman öldürmeyi başardılar.


İki ordunun kalkanları birbirleriyle sert bir şekilde buluştu. "Dayanın!" diye emretti Skarsgard. Bir taraf diğerini kalkanlarla itmeye çalışıyor, diğer taraf ise yıkılmamaya uğraş veriyordu. Yirmiye yakın mavi beyaz renkli kalkanlı geri çekilip mızraklarını çekti. O mızraklardan birisi Skarsgard'ın hemen kulağının dibinden geçti. Sağ en uçtaki turuncu yeşil kalkanlar galip gelip düşman hattına girmeyi başardı. Kalkanların arkasında kalan on beş, yirmi kişi de açılan hatta katılıp düşmanın arasına girdi.


Artık bütün kalkanlar inmiş; sadece çığlıklar, kahkahalar ve boğazı kesilenlerin çıkardıkları garip sesler kalmıştı. Skarsgard baltasını kendisine doğru koşan düşmanın gövdesine çevik bir hamleyle indirdi. Üstüne gelen bir kılıç darbesinden son anda kalkanını kullanarak kurtuldu ve onun da boğazını kesti. Yerde yatan düşmanının boğazından akan kanları izlerken aldığı kalkan darbesiyle yere yuvarlandı.


"Hadi Skarsgard, izlemeye mi geldin yoksa dövüşmeye mi?"


"Barthemir!" Skarsgard ayağa kalktı ve gözlerini birbirlerinden ayırmadan Barthemir'le daire çizmeye başladılar.


"Kipkaard benim olacak." dedi Barthemir.


"Tabi ölmezsen."


Barthemir güldü ve iki eliyle kaldırdığı baltasını savurdu. Skarsgard gelen hamleyi kalkanıyla engelledi ama balta o kadar ağır ve sertti ki tökezleyip tek dizinin üstüne düştü. Barthemir baltasını tekrar kaldırınca takla atıp yana kaçtı. Düşman, baltasını kandan çamurlaşmış topraktan çıkartmaya çalışırken Skarsgard kendi baltasını savurdu ve Barthemir baltasını bırakıp öbür tarafa atladı. Ancak son anda kaçabilmiş ve düşmanın baltası yüzünde küçük bir iz bırakmıştı.


Barthemir bağırdı ve, eski sahibinin darılmayacağını umarak, yerdeki ölünün kılıcını aldı. Hızlı ve sert hamlelerle Skarsgard'a savurdu ancak; her hamlesini turuncu yeşil kalkan durduruyordu. Skarsgard düşmanın boş bir anını yakalamaya çalıştı ama Barthemir hamlelerini çok hızlı savuruyordu. Onun yorulmasını bekledi, tehlikeli bir karardı bu, yine de bekleyecekti.


Bir süre sonra Barthemir yavaşlamaya başladı, körü körüne saldırıyor, Skarsgard'ın verdiği onlarca açığın hiçbirini fark etmiyordu. Sanki onu değil de kalkanını parçalamak istiyor gibiydi. Bir süre sonra nefes nefese kaldı, kalan tüm gücüyle kılıcını indirdi, turuncu yeşil kalkan parçalandı, Skarsgard sol bileğinde keskin bir acı hissetti. Barthemir yere düşürdüğü rakibinin üstüne yürüdü, kılıcını kaldırdı fakat kafası aniden geriye savruldu ve cansız bedeni önce dizlerinin üstüne daha sonra da yere düştü.


Skarsgard daha hızlı davranıp kemerindeki nacağı düşmana fırlatmayı başarmıştı.


Ayağa kalktı; bütün vücudu ağrıyor, sol bileğini ise kullanamıyordu. Çevresinde dövüşenlere baktı, kendi savaşçıları galip gelmek üzereydi. Liderlerinin ölümünü gören diğer savaşçılar meydanı terk etmişti, kalanlar ise "Valhalla!" diye bağırıp fazla geçmeden cansız bir şekilde yere düşüyorlardı.


Skarsgard her şeyi ağır çekim görüyor gibiydi. Gökyüzüne baktığında savaş meydanının üstünde turlayan kuzgunları gördü. Savaşın ortasında siyah başlıklı, paçavra elbiseli, asalı bir adam gördü ancak bir anda kayboldu ve yerini boğazından kanlar akarak yere düşmekte olan bir askere bıraktı. Yirmi metre ötesine yıldırım düştü ve bu sırada gökyüzünde bir çekiç gördüğüne, yıldırımın ondan geldiğine yemin edebilirdi.


"Lodzeig bizimdir!" diye bağıran savaşçılarının sesiyle kendisine geldi. Ne kuzgunlar vardı, ne adam, ne de yıldırım. Kafasını sallayıp zafer sarhoşu arkadaşlarının yanına gitti.


-----------------------


Yerde yatan ölülerin sayısı sayılamayacak kadar fazlaydı. Tek yaşayan kendisiymiş, bütün dünya ölmüş gibiydi. Bir tepedeydi, kıyıya doğru yürüyüp aşağı baktı. Aşağıdaki toprak parçası şu an üzerinde bulunduğundan farksız, alabildiğine ölü bedenlerle çevrilmişti.


Tek fark iki iskelet ordusunun birbiriyle savaşmasıydı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, ölüler nasıl savaşabilirdi ki? İki ordunun da başında etten, kemikten insanlar vardı. Tahtlarında oturuyor, en geriden ölülerin ölümlerini izliyorlardı.


Birinin omzuna kartal, diğerinin omzuna kuzgun konmuştu.


Gözlerini açtı, uzun bir süre sadece tavana baktı. Yaşayıp yaşamadığını bilmiyormuş gibiydi. En sonunda kafasını soluna çevirdi, yanında yatan karısını izlemeye başladı. Ona döndü ve parmaklarının ucuyla yanağını okşadı, başından öptü ve yataktan kalktı. Sağ eliyle evin kapısını arkasından kapatırken, sol elinde de piposunu tutuyordu. Simsiyah gölü ve bulutsuz gökyüzünü izledi. Yıldızlara baktı, kendisini bir kum tanesi kadar küçük hissetti.


Piposunun içini temizledikten sonra çok sıkıştırmadan, boşluklar bırakarak tütün doldurdu. Hala sönmemiş ateşte yanmakta olan otlardan birini alıp piposundaki tütünü yaktı. Aralıklarla derin derin nefes aldı ve gökyüzünde parlayan yeşil renk havuzuna ve arkasındaki yıldızlara doğru üfledi.


Savaş alanında gördüğü yıldırımı hatırladı. Sonra adamı ve kuzgunları. Piposundan derin nefesler almaya devam ediyordu. Simsiyah gölü izledi. Kafasını tekrar gökyüzüne kaldırdığında bir renk cümbüşü gördü. Bütün renkler bir anda gökyüzünde parlamış ama hemen de sönmüştü.


Şimdi tek görebildiği, yıldızlar ve gökyüzünü boydan boya kaplayan yeşil renkli çizgiydi. "Deliriyorum galiba."
-----------------------


"Tanrılar geldi!" diye bağırdı evsiz bir adam, sokağın ortasında durup çevresindeki insanların yakasına yapışarak. "Odin Midgard'ta! Thor çekiciyle gökyüzünü dövüyor! Bizimle yan yana yürüyorlar!" İnsanların bir kısmı onu gülerek dinliyordu. Diğer kısım heyecanlıydı, evsizin ağzından çıkan her lafı tekrarlıyorlardı.


"Gece gökyüzünde parlayan gök kuşağını hiçbiriniz görmediniz mi? Bifröst açıldı kardeşlerim ve tanrılar yeryüzüne indi! Kurban vermeliyiz, onları karşılamalıyız!" Kalabalık bunu onayladı ve dağıldılar.


"Baba, gerçekten tanrılar geldi mi?" dedi Lofdin. Skarsgard oğlunun yüzüne baktı, cevap vermedi. Kafasını gökyüzüne çevirdi ve düşündü. Gerçekten tanrılar var mıydı? Gözünün görmediği hiçbir şeye inanmazdı, çoğu zaman tanrılar adına ölmeyi ve öldürmeyi saçma bulurdu. Savaş meydanında gördüklerini düşündü, rüyalarını, o gece gökyüzünde gördüğünü... Yine de inanmamayı, etten kemikten bir tanrı görmeden inanmamayı seçti.


"Evet Lofdin, geldiler."


Küçük çocuk şımarık bir kahkaha atarak eve girdi.


"Ben geldiklerine inanıyorum" dedi Pelagia, evin içinde usulca çıkarak, "sen de gördüğün zaman inanacaksın. Odin seni bizzat ödüllendirecek."


"İyi bir katil olduğum için mi?"


Pelagia, kocasının yanına eğildi, elini saçlarında gezdirdi. "İnsanların birbirini katletmediği bir dünya hayal ettin hep. Tanrılar olmasaydı da birbirimizi öldürmek için bir sebep bulurduk. En azından tanrılar ölenlerin ruhuna adaletli davranıyor."


"Bunu ölmeden öğrenemeyeceğiz sanırım."
-----------------------


Huzursuzdu. Kendini eziliyormuş gibi hissediyordu. Kemikleri gergindi, kalbi göğsünü delmek istiyormuşçasına çarpıyordu. Birden her şey normale döndü, huzuru hissetti, nazikçe esen bahar meltemini... Uçtuğunu gördü, bir kuzgun tarafından uçurulduğunu gördü.


Bir süre sonra yere indi. Çevresine baktı, tanıyordu bu tepeyi, ülkenin en yüksek yeriydi.


Önüne döndü ve kocaman bir ağacın önünde duran on iki sandalyeyi gördü. Kuzgun gökyüzünde turladı ve ortadaki sandalyenin üzerine kondu.


"Skarsgard!"


Garip bir hisle uyandı. Gördüğü şey rüya gibi hissettiriyordu ama öyle olmadığını içten içe çok iyi biliyordu. Kuzgunun, kendi ismini söylediği anı hatırladı. Onun gözlerini... Bir hışımla yatağından çıktı, çantasını hazırladı, baltasını ve nacağını aldı.


"Nereye gidiyorsun?" dedi Pelagia.


"Bilmiyorum..."


Karısının dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu, oğluna sarılıp saçlarını okşadı ve evden çıktı. Limandaki gemilerden birine atladı. Bir buçuk günlük yolu vardı. Yol boyunca gördüklerini düşündü; savaşta gördüklerini, rüyalarında gördüklerini, gökyüzünde gördüklerini... Şimdi delirip delirmediğini anlamaya çok yakındı.


Yolculuğu göz açıp kapayıncaya kadar bitti, buna kendisi de şaşırdı. Tepeye tırmanmaya başladı. En sonunda istediği yere vardığında hiçbir şey göremedi. Ağaç oradaydı ama, ondan başka hiçbir şey yoktu. Kalın gövdeli, upuzun ağacın yanına gitti, gövdesine dokundu. Kabuğuna işlenmiş bir takım işaretleri fark etti, elini üstlerinde gezdirdi. İşaretlerin kabartısını hissetmiyordu, bunlar ağaca kazınmamış, ağacın kendisinde olan işaretlerdi.


Kafasını kaldırıp gökyüzünde uzandığı en son noktayı görmeye çalıştı. Arkasına döndüğünde kalbi duracakmış gibi oldu. Gökyüzü o bildiği, alışkın olduğu mavi deniz değildi artık. Simsiyahtı ve her an, her dakika; yıldızlar, gezegenler etrafında devrediyorlardı. Ayaklarına baktı, yeşil zemin yoktu artık altında.


"Neler oluyor bana?" Korku içindeydi, kalbi gümbür gümbür atıyordu.
"Skarsgard." dedi tok bir ses.

Karşısında on iki sandalye gördü ve her sandalyenin bir sahibi vardı. Sorgulamadı, hepsini tanıyordu. Ortada Odin; onun solunda Thor, sağında Frigg vardı. Thor'un yanında Vidar, Hermod, Vali, Tyr, Bragi; Frigg'in yanında ise Freyja, Idunn, Heimdall, Forseti oturuyordu.


"Benim için Midgard'ın en büyük ordusunu kur." dedi Odin, tek gözüyle Skarsgard'ın ruhunu delerek.

Skarsgard kendini başka bir yerde buldu. Yine on iki sandalye ve onların on iki sahibini gördü, ortada oturanın omzundaki kartalı gördü. Kartal hariç hiçbirini tanımıyordu. Rüyası tekrar gözlerinin önünde canlandı, birbirleriyle savaşan iskelet ordusunu gördü.


"Bunu sadece sen yapabilirsin." Tekrar Odin'in karşısındaydı. Kendini o kadar küçük hissediyordu ki ağlamamak için canla başla mücadele ediyordu.


"Be-ben yapamam.."


"Asgard senin yanında." dedi yumuşak bir ses. Kafasında bir elin gezdiğini hissetti, kalbi ısınmış, vücudu huzurla dolmuştu. Kafasını kaldırınca Frigg'i gördü.


"Korkma!" dedi sert bir ses. Kanının alevlendiğini, cesaretle kaynadığını hissetti. Thor çekicini uzatmıştı.


Ayağa kalktı, derin bir nefes aldı.


"Yapacağım."





- V.Ş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder